10 Ağustos 2009

TEKESUYU MAĞARASINDA AYAKLARINIZI KAYBEDERSENİZ (YA DA DATÇA'DA FELÇ OLMA HALİ)

Her şey Emrah SINMAZ ile Ağustos ayı başında yaptığımız bir telefon konuşmasında kendisinin ay sonunda ailesi ile birlikte Datça’da olacağını bildirmesi ile başladı. Görüşmemizde benim de o tarihlerde Datça’da olmam halinde daha önceden bilgisine ulaştığı ve haritasının çizilmemiş olduğunu öğrendiği Tekesuyu Mağarası araştırmasını tamamlayabileceğimizi ve haritasını çizebileceğimizi söylemişti. Bu gaz hali bünyemde büyük bir heyecana sebep olmuştu. Neden mi? Datça ve mağara. İki tutkum bir araya geliyordu. Eğer gerçekleşirse daha önce hiç düşünmediğim bir birliktelik olacaktı bu. Teklifi kabul etmeden önce (başka şansım varmış gibi), dürüst olmak gerekirse, Datça’da bir mağara olabileceğinden de şüphe duymuştum. Onca yıldır gittiğim Datça’da antik kent civarı dışında bir mağaranın olabileceğine ihtimal dahi vermemiştim. “Emrah’ın aldığı bilgi mağara değil, olsa olsa “in”dir ve istihbaratı verenlerin abartmalarından birisidir,” diye düşündüm. Ne kaybederdik ki? Serde yanılmak da varmış. “Datça Mağara Araştırması”. Kulağa ne hoş geliyor. Kim bilir belki de geleceğin şubesi de bu etkinlikten alır adını… “Mağara Araştırma Derneği Datça Şubesi”

Neyse… Teklifi kabul etmiştim. Böylece hazırlıklar başladı. Datça’ya yola çıkmadan hemen önce araştırmada kullanacağımız mağara botunu ve de bir kısım mağara eşyasını almak için derneğe uğramak zorundaydım. Bu esnada otobüse yetişmek için çok az zamanım kaldığını işten geç çıktığımda anlamalıydım. Yetişmek için deli gibi araba kullandım, aracı park ettikten sonra ise yollarda sürekli koştum. Bu sırada anahtarım yanımda yoktu. Birhan ALTAY’ı arayarak derneğe gelmesini ve bana kapıyı açmasını rica ettim. Önce mırın kırın etti ve de neden anahtarımın olmadığını sordu, yemekte olduğunu söyledi, kızı Alize’nin sesini dinletti, Alize’yi bahane etti derken acele etmesini ve Datça’da mağara haritası çizmeye gittiğimizi söylememle koşarak evden çıkmış olmalı ki derneğe benden önce vardığını gördüm. Nasıl yani? ? Birhan benden önce kapıda idi, beni bekliyordu. Kapıyı açtı, içeri girdik, botu aldık ve çıktık. Laf aramızda Birhan’ı mağara ve harita çizeceğiz kelimeleri ile kolaylıkla kandırabilirsiniz. Tabi Datça maceramızda bir kandırma durumu söz konusu değildi. Buna olsa olsa ince ayar denir…

Dernekten mağara botunu alarak çıkmam, Birhan’a araba anahtarımı bırakarak el sallayarak koşmaya başlamam ve de kendimi otobüse atmam arasında ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Ama bindiğim taksinin kırmızı ışıkta dörtlüleri açık şekilde geçtiğini ve benim de otobüsü bekletmek için sürekli müşteri hizmetlerini telefonla aradığımı o telaş içinde çok net hatırlıyorum. Yetişemeyeceğim derken Türkiye gerçekleri ile bir kez daha tanıştım. Hangi araç zamanında kalkmıştı ki? Gittiğimde orada idi ve herkes benden rahattı. Neyse ki yetişmiştim. Binmemle otobüsün kalkması bir oldu. Artık Datça yolundaydım. Muavin elimde bot ve kamp çantamdaki çizmeler ile Ağustos ayı arasında bağlantı kura dursun bagajı alırken “Nedir abi bu?” sorusuna aldığı “mağara botu” cevabı ile kendisinin ani bir şok yediğine inancım daha da arttı. Garip gelmiş olmalıyım ki sürekli benimle muhabbet kurmaya çalıştı. Bense bir süre sonra uyuma eğiliminde idim. Sabah uyandığımda hâlâ azimliydi. Ama pek başarılı olduğu söylenemez. Zira akşam koridora taşan uyku pozisyonum sebebiyle kendisi ile tartıştığımızdan yıldızımızın barışması pek mümkün değildi. Öyle de oldu. Sıra inişe gelmişti.

Sabah aklıma gelen ilk fikir Emrahlar’ın evinin bulunduğu Billurkent Sitesi’nde inmek ve botu Emrah’a satarak 10 km ötedeki ailemin yanına geçmekti. Site önünde indim, Emrah’ı aradım. Şaşırmış olmalı ki beni kapıdan aldığında botu da sırtına yüklenmiş ve eve gidiyordu. Heyecanlı idi. Bir süre sonra bot ile bir bütün olacak, daha sonra bu bütüne beni de katacaktı. ?

Kahvaltıdır, ev ziyaretidir derken günü yarıladık, böylece araştırmayı ertesi güne bıraktık. Ertesi gün (31.08.2008) malzemeleri toplayıp yola koyulduk. Mağarayı bulmamız biraz zaman aldı. Zira okaliptüs ağaçlarından sağa sapan toprak bir yol arıyorduk. Bir iki yanlış denemeden sonra “Tekesuyu Mağarası, fenerle giriniz” yazısını gördük. Yazı ile ilgili makaraya başlamıştık ki çakma Ray-Ban gözlükleri ile bir şahin görünümlü doğan yanımıza yanaştı. Ağabeyler Kızlan köylü olduklarını ve de mağarayı turizme kazandırmak istediklerini, bu amaçla içine elektrik çektiklerini ancak ampüllerin çalındığını söylediler. Bizim; Mağara Araştırma Derneği’nden olduğumuzu ve de her mağaranın turizme açılamayacağını söylememizle bizden hoşlanmamış olmalılar ki cümlenin ortasında gaza basarak tozu dumana kattılar. O sırada bal kovanları ile ilgilenen çocuk da hayatında hiç mağara görmediğini ve bizimle gelmek istediğini söyledi. Koruyucu ekipmanı olmadığı için kendisinin fazla ilerleyemeyeceğini söyledik ama görmesini de teşvik ettik. Mağaranın girişine geldik.

Emrah ve ben karpitleri ve kaskları hazırlar iken bir yandan da çocuğun şaşkın bakışlarına maruz kaldık. Ben çizme yerine trekking botunu tercih etmiştim. Hazırlığımız tamamlandığında mağaraya girdik. Mağara oldukça sıcaktı. Ahşap merdiven ile kolaylaştırılan iki tane üçer metrelik inişler sonucunda ben 30 derecelik eğimde yürüyeceğim düşüncesi ile belime kadar suya boğuldum. Meğerse su o kadar berrak ve durgunmuş ki benim eğim sandığım yerde göl başlıyormuş… Ucuz atlattık ve bu olayı da kazaya ramak kalma listemize ekledik.

Botu şişirdik ve Emrah ile bota yerleştik. Kabusun o an başlayacağını nereden bilebilirdik. Yaklaşık 2–3 saat süren haritalama faaliyeti boyunca bottan 2 kere inebildik. O da risk alarak, eğreti yerlerde. Peynir gibi bir mağara idi, her yeri bir başka yere bağlanıyor, ölçüm için kendimizi sabitleyip atım yapmaya çalıştığımızda tuttuğumuz tavanlar ufalanarak elimizde kalıyordu. Bu kadar karmaşık girişleri en son 2001 senesinde Denizli’de bir yatay mağarada görmüştüm. Ancak bu sefer bot üzerinde olduğumuzdan hareket kabiliyetimiz nerede ise sıfırdı.
Bir süre sonra ayaklarımızı uyuşmaya başlamıştı. Daha sonra uyuşmanın yerini yamuk oturmaktan kaynaklanan bir acı aldı. Nihayet ayaklarımızı hissetmemeye başlamıştık. Ancak harita işinde azimli idik. Ben önde botu ilerletiyor, atımları yapıyordum. Emrah ise arkada notları alıyor ve çizimler yapıyordu. Bu sırada darallardan bot ile geçiyorduk. Öyle ki bazı yerlerde o halimizle alçalan tavanı geçmek için bota yattığımızı da hatırlıyorum. Ayakların halini gelin siz düşünün (bu esnada botun boyu ile su üstündeki manevra ile aldığımız pozisyonları ve de cüsselerimizi de düşünün). Daha sonra Emrah ayak diye bir uzvunun sanki hiç olmadığını, çünkü belden aşağısını hissetmediğini, böyle bir hissizliği (ayak yokluğunu kastediyor) sanki hiç yaşamamış olduğunu söyledi ve “Namaz kılsa idik başımıza bunlar gelmezdi,” dedi. O an bu acından kurtulmak için namaza başlamayı bile düşündüğümü itiraf etmeliyim. Öyle bir acıydı ki küçüklüğümüzde kıldığımız bayram namazları bile bizi kurtaramadı. Bu acı ile yaklaşık 2 saat yaşadık (öldürmeyen acı güçlendirir). Artık ayaklarımızı kaybetmiştik. Bir süre sonra bottan idareten inmeye kalktığımızda ayağa kalkmamız ile düşmemiz bir olduğunda bu gerçeği bir kez daha gördük. Bottan indiğimizde azimle çizdiğimiz bir haritamız ama kaybettiğimiz 4 adet ayağımız vardı ?. Bir süre çamurlu yerde uzandık, yaklaşık 10 dakika sonra ayaklarımız önce karıncalanarak, daha sonra ise parmaklar ile varlığını yeniden hatırlattı. Mutlu idik. Acıya katlanmamıza değmişti. İtiraf edeyim, namaza başlama düşüncemi o an aklımdan sildim. İnsanoğlu işte…

olduysa bizi gördüğü andan itibaren bize kıllandı ve kadınlar bizimle konuşuyor diye bizi bakışları ile sürekli taciz etti. Uzaylı görmüş gibi davranıyordu. Zaten hiç konuşmadı.

Haritayı bitirip çıktığımızda girişimizden bu yana yaklaşık 3,5 saat geçmişti. Sıcak ama fiziksel olarak bol acılı bir etkinliği de böylece sonlandırmanın keyfine varmıştık. Üzerimizdeki kırmızı toprağı aracımıza bulaştırarak çıktığımızda Datça’da mağara haritalamanın mutluluğu ile suda bulduğumuz kafa fenerini acı içinde su içersinden almaya çalıştığımda beni dayak yemekten beter eden Emrah’a sevgilerimi iletiyorum. Emrah, fena mı oldu? Derneğe bir kafa feneri kazandırdık.

Datça’da MAD ve MAD Bursa etkinliğini iki kişi ile böylece tamamlamış olduk. Bu etkinlikten iki şey öğrendim. Birincisi mağaraya girerken ne olursa olsun çizme giymek gerek, ikincisi ise bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı (ki düşüp sakatlanmayasın) …

Emre Baturay ALTINOK
Ekim 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder